Mustafa Kemal, milli teşkilatının Anadolu’da kökleşebilmesi için gereken can suyunu; “İttihat ve Terakki”, “Teşkilatı Mahsusa”, “Cemiyet-i İslâmiyye” gibi yapılanmalarla bağlantılı, kendisinin uzvu konumundaki teşkilatçı ve öncü fedaileri aracılığıyla vermiştir. Bu fedailer, daha milli mücadele başlamadan yaklaşan büyük tehlikeyi görmüş ve hemen harekete geçmişlerdir. Teşkilât-ı Mahsusa’nın önemli adlarından Eşref Kuşçubaşı’nın anlattığına göre; teşkilat, ülkenin adım adım deyim yerindeyse “uçuruma doğru sürüklendiğini” çok önceden tespit etmişti. Eşref Kuşçubaşı, Kasaba (Turgutlu) doğumlu Aydın vilayeti müftüsü Müftü Cevheri Zâde (Cüher Hoca) ile ülkenin bu durumunu değerlendirerek milli olmayan unsurları etkisizleştirme planını konuşmuşlardı…
İşgal yıllarında “Cemiyet-i İslâmiyye” ya da “Müdafaa-i Hukuk” ordulaşan milletin ta kendisi olduğuna göre; istiklal madalyası sahibi Manisa Müftüsü Ahmet Alim Efendi’yi, Mustafa Kemal’in milli teşkilatının öncü teşkilatçılarından, istihbaratçılarından birisi olarak nitelemek doğru olacaktır. Ahmet Alim Efendi Mustafa Kemal ile olan bağlantısını Cemiyet-i İslâmiyye’nin Kasaba (Turgutlu) şubesi üzerinden sağlayacaktır. Çünkü Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı üyesi Mehmet Necati (Köylü) Bey Mustafa Kemal ile gizlice mektuplaşmaktadır.
1. Giriş
Adeta, arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkacağı günü bekleyen eski altın paralar gibi toprak altında yatan ulu köklerimizdir, Müftü Ahmet Alim Efendiler… Bugün, çoğu insanın adını ve mezar yerini bile bilmediği Milli Mücadele kahramanı yiğitlerden, Manisa Müftüsü Ahmet Alim Efendi; ideolojik ön yargılar ile kısmi ve yerel değerlendirmelerin yetersizlikleri veya yanlışlıkları yüzünden, yeterince nesnel olarak araştırılamamıştır. Oysa hiçbir ideolojik kalıba sığdırılamayacak kadar büyük olan Ahmet Alim Efendi’nin, altından daha değerli olan kalbi yurt genişliğindedir. Bir düğün sofrası misali, içerisinde herkesi ağırlayabilir… En kesin şekilde bilinmesi gereken vefat ettiği tarih bile net olarak ortaya konmamıştır. Mezar taşında yazan tarih 13 Aralık 1930 iken, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu’nun Manisa Nüfus Müdürlüğünden aldığı bilgiye göre; Ahmet Alim Efendi, 12 Aralık 1932’de vefat etmiştir. Bilimin tavrı kuşkulanmak olduğuna göre; araştırmacılar, öncelikle Manisa mezarlığında Ahmet Alim Efendi’nin yanına yöresine iyice bakmalıydılar. Çünkü, kimselerin dikkatini çekmeyen bu çelişki; yine Manisa mezarlığında, Ahmet Alim Efendi’nin yanında kimselerin dikkatini çekmeden yatan, dava arkadaşı Manisa Mahkemesi Ağır Ceza Başkâtibi ve Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı üyesi muallim Mehmet Necati (Köylü) Bey ile dolayısıyla Ahmet Alim Efendi ile ilişkili, Mustafa Kemal’e kadar uzanan gerçekleri ortaya çıkarmada kritik bir öneme sahiptir.
Bir an için Ahmet Alim Efendi’nin 1932’de vefat ettiğini varsaydığımızda; aynı yıl yani 6 Şubat 1932’de vefat eden Mehmet Necati (Köylü) Bey’in, yaklaşık iki ay arayla Manisa Ağır Ceza Başkatibi sıfatıyla Ahmet Alim Efendi’nin yanına gömülmesi bir rastlantı olabilirdi. Dolayısıyla dava arkadaşlığı veya aralarında teşkilat bağı olduğu tezi inandırıcılığını kaybedebilirdi. Ancak Ahmet Alim Efendi’nin ölümü üzerine bir İzmir gazetesinde, “Hizmet” adlı gazetede çıkan haber çelişkiyi büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. 1930 yılına ait bu gazete 12 Aralık Cuma gecesine işaret ederek ölüm haberini şöyle vermiştir: “Manisa müftüsü Âlim efendi Cuma günü akşam, müftülük müsevvîdi kara fıkıhzade hafız Mehmet efendinin hanesinde dokuz buçuğa kadar oturmuş, hanesine avdet etmiştir. Bir müddet sonra, âni bir sancıya tutulan mûmâileyh ……vefat etmiştir.
Çok temiz bir seciye ve ahlak sahibi olan merhumun bu suretle vefatı memleket için elim bir ziyadır. Efradı ailesine ve mahdumu Manisa mahkemesi azalarından Arif, damadı avukat Kemal Cevdet beylere ve bütün akraba ve taallukatına taziyelerimizi sunarız.” Bu habere göre; büyük olasılıkla Ahmet Alim Efendi, gece on ikiden sonra vefat ettiyse, mezar taşındaki 13 Aralık 1930 tarihi doğrudur. Bu arada Ahmet Alim Efendi’nin oğlu Arif Bey’in aza olarak Manisa mahkemesinde çalışması ile Mehmet Necati (Köylü) Bey’in Manisa Ağır Ceza Mahkemesi’nde Başkatip olması değerlendirilecek olursa; Mehmet Necati (Köylü) Bey’in Arif Bey ile aynı yerde işe girerken, Ahmet Alim Efendi’ye oğlu kadar yakın olduğu düşünülebilir. Mehmet Necati (Köylü) Bey’in kızı Sabahat Keskin; ailece babalarının Turgutlu’ya defnedilmesini istemelerine rağmen, cenazeye devletin el koymasıyla bandolu cenaze töreni düzenlenerek, Mehmet Necati (Köylü) Bey’in Manisa’ya gömüldüğünü anlatmıştır. Demek ki Mehmet Necati(Köylü) Bey, özellikle Ahmet Alim Efendi’nin yanına gömülmüştür. İki yıl arayla ölen dava arkadaşları mezarda dahi birbirlerinden ayrılmamışlardır. Mehmet Necati (Köylü) Bey’in diğer kızı Alime Turhan Göbeklioğlu ise, babasının Mustafa Kemal ile Yunan işgali yıllarında Kasaba’da gizlice mektuplaştığını; mektupların şeker tabakalarının altındaki kâğıdın altına gizlenerek gidip geldiğini anlatmıştır.
Ayrıca Ahmet Alim Efendi’yi tanımayan bu yaşlı insanın; babasının Ankara’ya çağrılarak mebusluk teklifleri aldığını fakat onun bu teklifleri reddederek Manisa’dan ayrılmaya yanaşmadığını, eklemesi pek çok şeyi aydınlatmıştır. Bir kere Ahmet Alim Efendi gibi Mehmet Necati (Köylü) Bey de ülkesini karşılık beklemeden seven mütevazı kahramanlardandır. Sonra Ahmet Alim Efendi, görevlisi olan Mehmet Necati (Köylü) Bey aracılığıyla, Mustafa Kemal’le gizlice haberleşmekte ve ondan talimatlar almaktadır. Mehmet Necati (Köylü) Bey’in yeğeni Ahmet Bayram’ın kızı olan Sacide Karslı’nın verdiği bilgiye göre; teşkilat, mektupları yazısı güzel olduğu için Mehmet Necati (Köylü) Bey’e yazdırmıştır. Ayrıca, şair ve bestekâr olduğunu bildiğimiz Ahmet Alim Efendi gibi Mehmet Necati (Köylü) Bey’in de sanatla ilgili bir kişi olduğu; Manisa’da bir bandonun yer aldığı fotoğrafın arkasında Türk Ocağı Reisi’nin, “Yaptığın eserler Necati Yalçın Bey’e” şeklinde yazılı notundan anlaşılmaktadır. Türk Ocağı Reisi’nin, Mehmet Necati (Köylü) Bey’in adını “Yalçın” kelimesi ile birlikte söylemesi ise; eğer kod adı değilse, düzgünlük, yükseklik ve sağlamlık anlamında bir övgü olarak değerlendirilebilir.
Ahmet Alim Efendi’nin Mustafa Kemal’den talimatlar aldığı tezi, somut olgularla; 4. Balıkesir Kongresi’nin almış olduğu çok önemli bir kararla, Reddi İlhak teşkilatlarının adının Müdafaa-i Hukuk adıyla değiştirilerek Mustafa Kemal’in milli teşkilatı tüm yurtta yönetmeye başlaması ve Akbaş Cephaneliği Baskını başarısı ile kanıtlanabilir. Çünkü Ahmet Alim Efendi 4. Balıkesir Kongresi’nde merkez heyetinin şeref üyeliğine seçilmiştir. 4. Balıkesir Kongresi’nin aldığı bu önemli kararda Ahmet Alim Efendi’nin etkisi çok açıktır. Ve Akbaş Cephaneliği Baskını’ndan önce aralarında Ahmet Alim Efendi’nin de olduğu Balıkesir Merkez Heyeti’nin, aldığı istihbaratı Mustafa Kemal ile paylaştıktan sonra harekete geçtiğini tahmin etmek zor değildir. Türk Milli Mücadele Tarihi açısından çok önemli olan bu başarılı baskından iki ay kadar sonra; Ahmet Alim Efendi’nin etkisi ve gücü, 5. Balıkesir Kongresi’nde kongrenin ikinci başkanlığına seçilecek kadar artmıştır.
2. Milli Mücadele’nin Öncesinde Ve Milli Mücadele’de Genel Bir Teşkilat Olan Cemiyet-i İslâmiyye
Ahmet Alim Efendi’nin başkanı olduğu Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı; içinde bulunduğu olağanüstü koşullardan dolayı, kısmi ve yerel bir teşkilatmış gibi algılansa da; kendisini Türklüğe bir teşkilatlanma modeli olarak sunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Kafkasya’ya yazdığı 1906 tarihli bir mektupta adı geçebilecek kadar örnek gösterilen bir gizli teşkilattır. Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın, İttihat ve Terakki kökenli olduğu gerçeği; 1908 Meşrutiyet Devrimi’nden hemen sonra kurulan ilk teşkilat olarak, Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiyye adıyla karşılaşılınca daha net ortaya çıkar. Çünkü merkezi İstanbul’da olan bu teşkilatın yayın organı gazetenin sorumlu müdürü gazetede; cemiyetlerinin, doğrudan doğruya Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bütün Osmanlıların ortak mutluluğunu sağlama hususunda izlediği siyasi mesleği benimseyeceğini açıklamıştır. Bu arada İttihat ve Terakki iktidarının atadığı bir müftü olarak Manisa Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı Başkanı Müftü Ahmet Alim Efendi’nin, neden kimi kaynaklarda Cemiyet-i İlmiye’nin başkanı şeklinde anıldığı kendiliğinden anlaşılır. Ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin asker ve sivil kanadı arasındaki gerilimde; Enver Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusası yaşanan ayrışmanın askeri kanadını ifade ettiğine göre, sivil kanadın lideri konumundaki Talat Paşa’nın da sivil aydın ve bürokratlardan oluşan teşkilatlanmasının adı Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiyye olabilir. Çünkü Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiyye; pek çok açıdan, Teşkilat-ı Mahsusa ile karşılaştırılabilir paralellikler göstermektedir. Hatta bu paralelliklerin iki teşkilatı İstiklâl Mücadelesi’nde birbiriyle örtüştürecek kadar yakınlaştırdığı söylenebilir. Örneğin, Batum Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın üyeliğine seçilen polis memuru Sırrı Efendi, Hopa Teşkilat-ı Mahsusa Alayı’na katılıp bölgedeki savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle İstiklâl Madalyası ile taltif edilmiştir.
Müftü Ahmet Alim Efendi ise Manisa Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın üyeliğinden öte başkanıdır. İstiklâl Madalyası’nı alabilme ölçütü hakkında bir fikir veren bu örnek, aynı madalyayı alan Müftü Ahmet Alim Efendi hakkında daha doğru ve haklı değerlendirmelere temel olabilir. T.B.M.M. Başkanı Mustafa Kemal’in, 1920 yılı 20 Temmuz günü Bakanlar Kurulu kararı ile Batum Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın ücretsiz haberleşmesine olanak sağlaması; Ermenistan ve Gürcistan güçlerine karşı Doğu Cephesi’nden alınan çok gizli emirleri Milli Mücadele unsurlarına iletmede Batum Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın işini kolaylaştırmıştır. Buradan, Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatlarının; Milli Mücadele’de yurdun sadece batısında değil doğusunda da, Mustafa Kemal’in milli teşkilatının etkin bir gücünün olduğu sonucu çıkartılabilir. Ayrıca, “Cemiyet-i İslâmiyye” teşkilatlarına Milli Mücadele’de yurdun güneyinde de rastlamak mümkündür. Yurdun güneyindeki işgallere Fransız ve Ermenilerin katliamları da eklenince halk kendi direniş teşkilatını kurmuştu. Bu direniş teşkilatına ordu hemen destek vermiş, kolordulara verilen talimatla; direniş bölgelerinde silah, cephane, lojistik ve istihbarat desteği için gizli yönetim merkezleri ve köyden büyük yerleşim merkezlerinde de, başlıca görevi halkı örgütlemek olan yönetim heyetleri kurulması istenmiştir. Düşman işgali altında gizlilik içerisinde çalışmak zorunda olan yönetim heyetleri; görünüşte “Cemiyet-i İslâmiyye”, gerçekte ise “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olarak eylemlerde bulunuyordu. Bir karşılaştırma yapılacak olursa; Ege Bölgesi Kuvayı Milliyesi, mali kaynaklarını güvenlik içinde toplanan kongrelerin kararlarıyla daha rahat oluşturabilmişti. Elbette burada, Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın faaliyetleri önemli bir istisnadır. Çünkü bu teşkilat; Kasaba (Turgutlu) Yunan işgali altındayken, eğitim için okullara yardım topladıkları görüntüsü altında halktan para da toplayabiliyordu. Hatta bu konuda kendilerini sorguya çeken Yunanlı yöneticiye, cemiyetlerinin politik hiçbir yönü ve amacı olmadığına ilişkin yanıltıcı bir açıklama yapmak zorunda kalmışlardı.
Müftü Ahmet Alim Efendi’nin, İzmir’de yapılan Müdafaa-i Hukuk Büyük Kongresi’ne Manisa temsilcisi olarak katılması ve Egeli yedi müftü ile birlikte Yunan İşgaline karşı Fetva yayınlaması; Ege’nin “Gavur İzmir” değil Türk olduğunu, Türk kalacağını haykırmakta ve Milli Mücadele’de Manisa Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın öncü görevleri paylaştığını göstermektedir. “Cemiyet-i İslâmiyye” ya da “Müdafaa-i Hukuk” ordulaşan milletin ta kendisi olduğuna göre; Müftü Ahmet Alim Efendi’yi Mustafa Kemal’in milli teşkilatının öncü teşkilatçılarından birisi olarak nitelemek doğru olacaktır. Müftü Ahmet Alim Efendi de, Mustafa Kemal gibi Osmanlı Devleti içerisinde saygınlığı ve gücü olan bir insandır. 15 Nisan 1919’da başında şehzadenin bulunduğu bir heyeti, Manisa’da Müftü Ahmet Alim Efendi karşılamıştır. Ve bu heyet, Reşat (Boğmaklıoğlu) Bey’in evinde kalmıştır. Müftü Ahmet Alim ve Reşat(Boğmaklıoğlu) Bey’in devletin güvenilir görevlileri olduğu ortadadır.[23] Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli adlarından Eşref Kuşçubaşı’nın anlattığına göre; teşkilat, ülkenin adım adım deyim yerindeyse “uçuruma doğru sürüklendiğini” çok önceden tespit etmişti. İkinci Abdülhamid’in tamamen gayrı milli olan siyaseti; Yunan Megalo-İdeasını tetiklemiş, Etniki-Eterya’nın faaliyeti ile özellikle kıyılara ve stratejik noktalara yerleştirilen Rum nüfusu, bir anda ayaklanarak orduyu arkadan vurabilecek bir güce ulaşmıştı. İki yüz binin üzerindeki Rum nüfusta; askerlik çağına gelenler, Yunan adalarında askeri eğitim görüyordu.
Eşref Kuşçubaşı’nın Enver Paşa ile Talat Paşa’nın evinde sabahlara kadar süren toplantılarından çıkan sonuç şuydu; memleketin bağımsızlığını tehdit eden en ağır tehlike, Ege Bölgesi’ndedir. Enver Paşa bu ciddi durum karşısında Eşref (Kuşçubaşı) Bey’i yerinde incelemeler yapmak üzere bölgeye gönderdi. Eşref (Kuşçubaşı) Bey kılık kıyafet değiştirip, Gemlik’ten başlayarak önce sahili, sonra içerileri tarayarak çok gizli seyahatini resmi makamlardan hatta oradaki yakın dostlarından bile gizleyerek gerçekleştirdi. Eşref (Kuşçubaşı) Bey, teşkilatının bildiklerini daha ayrıntılı analizlerle teyit etti. Örneğin İzmir-Kasaba (Turgutlu) ve devamı ile Aydın demiryolları tamamen Rumların elindeydi. Her istasyonda bulunan bir Rum bakkalı kesinlikle o çevrenin ajanıydı. Bu bakkallar, merkezleri İzmir ve Aydın’da olan Rum ticarethanelerinin şubeleri konumundaydı. Ekonomiyi ellerinde bulunduran gayrı milli unsurların, Ege’de bir ihaneti örgütlemeye başladığını fark eden Teşkilat-ı Mahsusa’nın; bu kez tepesindeki kişisi Enver Paşa, Bandırma yolu ile Manisa’ya uğradıktan sonra İzmir’e teftişe geleceğini Eşref (Kuşçubaşı) Bey’e şifre ile bildirdi. Eşref (Kuşçubaşı) Bey’in yerinde uyarısıyla Enver Paşa eşi Sultan Efendi’yi bir plan değişikliğiyle Eşref (Kuşçubaşı) Bey’in evine değil de otele gönderdi. Çünkü Umum Çeteler Kumandanı damgasını taşıyan Eşref (Kuşçubaşı) Bey’in devletin üst düzeyde bir kişisini evinde ağırlaması dikkat çekebilir, kendisini ve teşkilatının faaliyetlerini deşifre edebilirdi.
Eşref (Kuşçubaşı) Bey, Enver Paşa’ya Celal (Bayar) Bey’in gayrı milli unsurları etkisizleştirme planını açıkladı. Bu plana göre, Rumların iktisadi egemenliklerine son verilirse demiryolu güzergahındaki büyük kötülük yuvaları da temizlenebilecekti. Bu planı, Vali Rahmi (Evranos) Bey algılayamasa da Müftü Cevheri Zâde (Cevher Hoca veya Cüher Hoca lakaplı Ahmet Hamdi Öztarhan) desteklemişti. Hatta bu konuda Müftü Cevheri Zâde (Cüher Hoca), Eşref (Kuşçubaşı) Bey’e şöyle dedi: “Bizim gençlerin şimendifercilikle uğraşması, bid’at sayılır. Amma, Celâl Bey öyle esbâb-ı mucibe (gerekçe) ileri sürdü ve beni îknâ etti kî, kaza müftülerine gizlice haber iletip mahallî delikanlılar arasında aklı başında olanları, Celâl Bey’in tesis ettiği “şimendifer mektebi”ne kayda teşvik etmelerini istedim.” Enver Paşa ise metropolit ile görüşmesinde; onun “benim başkomutanım Fener Patrik’idir” sözlerini işittikten sonra, bu durumu devlet içinde birkaç devlet şeklinde yorumlayıp dünya savaşından sonra yapılacak muazzam işleri olduğunu, ya bunları başaracaklarını ya da ölüp gideceklerini söylemesive Eşref (Kuşçubaşı) Bey’e; “Ah, Eşref Bey… Etrafımızdaki tehlikelerin azametini ve yılanların içimizde nasıl çöreklendiklerine bakıyorum da, bir ânım huzurlu geçmiyor. Allah bu millete acısın…” sözleri ile yakınması, tehlikenin boyutlarını göstermesi bakımından etkileyicidir. Bu arada Müftü Ahmet Alim Efendi’nin, hakkında verilen idam kararı nedeniyle tutuklanacağı sırada; Kasaba(Turgutlu) demiryolları sorumlusu Reşat (Boğmaklıoğlu) Bey’in istihbaratıyla son anda Akhisar’a kaçıp kurtulabildiği unutulmamalıdır.
Milli Mücadele’de, Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olarak bulunduğu Manisa’da, Manisalılar da vatanseverce çabalar içerisine girmişlerdir. Ancak silahsızlık, milli heyecanın eyleme dönüşememesinde etkili olmuştur. Çünkü Bekir Sami(Günsav) Bey’in deyişiyle Manisa’nın “vatansız mutasarrıfı” veya Yunanlıların hitap biçimiyle “Hüsnüyadis”, düşman lehine propaganda yapmak bir yana askeri depolardan Salihli ve Kasaba (Turgutlu) yönüne kaçırılan silahları bile yakalatıp yeniden depolara koydurmuştur. Bu işbirlikçi kişinin, Manisa’nın direniş olmadan işgal edilmesinde çok payı vardır. Şöyle ki; “Mutasarrıf, Vâsıf (Çınar), Kâzım (Özalp) ve arkadaşları gibi, dışarıdan gelenleri Manisa’da çalıştırmamış, yerlilerin direnme çabalarını da: ‘Ne gereği var? Ortada fol yok, yumurta yok! Manisa, işgâl sâhasına dâhil değil!’ gibi safsatalıklarıyla kırmıştır.
Kâzım (Özalp) beyin Manisa’da bulunduğu günlerde, cepheden terhis edilerek memleketlerine dönen yedek subayların, Manisa askerî depolarında çok sayıdaki cephâne ve silahla örgütlenme istekleri vardı. Bu amaçla yöreye yeni gelen Çelebioğlu Avukat Cevdet Kemal beyin başkanlığında, toplantılar düzenlendi ve bu konuda yardım istenilmesi için mutasarrıfa başvurulmasına karar verildi. Avukat Kemal, baytar Recep, Şükrü, Arap Sâlih ve Yâhya beylerden oluşan bir kurul mutasarrıfa gittiler. Hüsnü bey, yukarıdaki sözleriyle gelenlerin heyecânını yatıştırmağa çalıştı. Gelenler: ‘Manisa’nın işgâl bölgesinde olmadığını kimden öğrendiğini’, mutasarrıftan sorunca ‘Efes metropoliti Yuvakim efendiden.’ yanıtını aldılar. Bunun üzerine, gelenlerden biri dayanamadı : ‘Demek, ki Hüsnü bey, siz, emirleri ve bilgileri bağlı bulunduğunuz hükûmetten değil, metropolitlerden alıyorsunuz!’ diyerek tepki gösterdi.”[31] Böylesi olumsuz koşullar altındaki Manisa’da; Milli Mücadele yürütülemeyeceği için, Akhisar’da milli kuvvetlerle birleşen Ahmet Alim Efendi, Albay Kazım (Özalp) Bey’in komutası altında vatanın kurtarılması için çalışacaktır.
Vatanı için bir fedai gibi tehlikeli yolculuklara çıkmayı göze alan Ahmet Alim Efendi, idam edilme riskine rağmen gizlice İstanbul’a gider. Çünkü İstanbul’da sağlam bağlantıları vardır. Kendisini tutuklamakla görevlendirilen polis Tatar Kâzım Ahmet Alim Efendi’nin dostuydu. Tutuklaması gerekirken ona yardım etti. Tophaneden alınarak kapalı bir arabayla gizlice Mustafa Fevzi (Sarhan) Bey’in evine getirilen Ahmet Alim Efendi, Mustafa Fevzi (Sarhan) Bey’in evinin tavan arasında dört ay kaldı. Seçkin bir hukuk, din ve siyaset adamı olan Mustafa Fevzi (Sarhan) Bey’in Mustafa Kemal’in son Diyanet ve Vakıflar Bakanı olması düşündürücüdür Vatanını kendi canından daha çok seven Ahmet Alim Efendi isteseydi çok rahat milletvekili, hatta bakan olabilirdi. Onun için, almış olduğu İstiklal Madalyası bütün makamlardan daha değerlidir. Çünkü o, ülkesini kişisel çıkar gözetmeden sevebilen mütevazı kahramanlardandır.
Müftü Ahmet Alim Efendi ve Manisa Cemiyet-i İslâmiyye Teşkilatı’nın milli mücadeledeki işlevinin daha iyi anlaşılabilmesi için; bu teşkilatın uzantısı konumundaki Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın incelenmesi gerekir. Kasaba(Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nda Rüştiye Mektebi Müdürü ve Tarih-Coğrafya Hocası, Cinni Hoca lakaplı Cinnizade İsmail Hakkı Efendi (Dinçsoy), Tecvit Hocası Hafız Mehmet Necati (Köylü), Kur’an Kerim Hocası Hafız Bozkırlı Hasan (Artun) Efendi, Hesap ve Fransızca Hocası Giritli Ali (Demirel) Efendi ve Ulûmudiniye Hocası Hilmi Efendi (Özkök) bulunmaktadır. Kasaba (Turgutlu) Yunan işgali altındayken riskli görevleri üstlenen bu insanlar gerçekte istihbaratçıdır. Yunanlılar hakkında topladıkları bilgileri; Zahit Zühtü Akıncı, Vâsıf Çınar ve Mustafa Necati Beyler aracılığıyla milli kuvvetlere ulaştırmışlardır. Kasaba(Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’ndan Cinni Hoca lakaplı Cinnizade İsmail Hakkı (Dinçsoy) Efendi, Müftü Ahmet Alim Efendi gibi; müftülük yapmış, Aydın, İzmir, Manisa, Muğla ve Denizli’den oluşan Aydın vilayetinin müftüsü iken ittihatçı olduğu için iktidar tarafından görevinden azledilmiş Cüher Hoca (Cevher Hoca) lakaplı Ahmet Hamdi(Öztarhan) Bey ile bağlantılı bir isimdir. Her ikisi de Kasaba(Turgutlu) doğumludur. Her ikisi de öğrenimini İstanbul Fatih Medresesi’nde tamamlamıştır. Her ikisi de ittihatçıdır. Her ikisi de Kasaba’da(Turgutlu) çalışmıştır. Hatta Cüher Hoca, Galip Hoca takma adını kullanan İttihat ve Terakki’nin İzmir’deki sorumlu kâtibi Mahmut Celalettin (Bayar) Bey’in yakın arkadaşıdır. Mustafa Kemal, Sofya’da ateşemiliter iken; gelecekte karşılaşılacak gıda sorunu düşünerek, Romanya’da satılık buğday olduğuna ilişkin bu çok önemli istihbaratı üstlerine iletmişti. İş istenildiği gibi sonuçlanmadığından, devlete ait paralar hala daha Avrupa’da bir bankada duruyordu. Acilen para bulması gereken Mustafa Kemal, Milli Mücadele için yurtdışındaki Talat Paşa’dan bu paraları istediğinde; Talat Paşa kuryesi Basri Bey’e, İzmir’de Cüher Hoca adıyla tanınan Ahmet Hamdi (Öztarhan) Bey’i bulması ve onun göstereceği yolu izlemesi talimatını vermiştir. Basri Bey’de talimatı yerine getirmiş ve para Muğla-Antalya yolu üzerinden Mahmut Celalettin (Bayar) Bey ile Şükrü (Kaya) Bey aracılığında milli hükümete ulaştırılmıştır. Bu durumda Cinni Hoca’nın, Müftü Ahmet Alim Efendi’nin ve Cüher Hoca’nın teşkilatı Cemiyet-i İlmiye-i İslamiyye, Talat Paşa’nın teşkilatlanması olsa gerektir. Hemen eklemek gerekir ki, sadece Milli Mücadele için gerekli paranın ulaştırılması değil; Milli Mücadele kahramanı Gökçen Efe’nin milli kuvvetlere katılması da, yine Müftü Ahmet Hamdi (Öztarhan) Bey’in (Cüher Hoca, Cevher Hoca veya Müftü Cevheri Zâde) aracılığı sayesinde gerçekleşmiştir. Cinni Hoca’nın oğlu Niyazi Dinçsoy, Gökçen Efe’nin milli kuvvetlere katılışını şöyle anlatır: “Tire civârındaki Gümce dağı sırtlarında 16 yıl zeybeklik yaptıktan sonra, çıkan birinci Dünya harbinde devletine hizmet etmek için, kendini af ettirmek üzere Cüherhoca’nın aracılığı ile, dönemin İttihat ve Terakki Fırkasının kâtibi mesulü olan Mahmut Celâlettin (Bayar)ın yardımıyle Aydın Vâlisi Rahmi (Evranos) bey ile Jandarma Yüzbaşısı Sarıefe Edip beyin de ilgilenmesi sonunda kızanlarıyle birlikte dağdan indi.”
Gökçen Efe, hükümeti eleştirerek devletin zor zamanlarında eski kinlerin tazelenmemesini, dayanışma içinde vatan için çalışılmasını isteyen zeki bir dağ adamıdır. Gökçen Efe, kendisi ve kızanlarının yüze çıkmasına yardım ettiği için Celal (Bayar) Bey’i çok sevmektedir. Bu sevgiye vatan sevgisi de eklenince artık Gökçen Efe, Celal (Bayar) Bey’in bir fedaisi olmuştur. Gökçen Efe, Celal (Bayar) Bey’e şöyle der: “Seni takip ediyorlar, eğer yakalamış olsalardı, kararımı vermiştim. İzmir’e götürürlerken, Çatal İstasyonu’nda treni basacak, seni zorla ellerinden alacaktım.”
Milli Mücadele’yi örgütleyen ilişkiler ağında bir başka önemli ayrıntıda, Teşkilatı Mahsusacı Yüzbaşı Süleyman Sururi (Kocaimamoğlu) Bey’e ilişkindir. Çünkü Süleyman Sururi (Kocaimamoğlu) Bey, Bekir Sami(Günsav) Bey ile aynı vapurda yolculuk ederken, basit bir rastlantıyla açıklanamayacak şekilde Kazım(Özalp) Bey’de Müftü Ahmet Alim Efendi ve Cemiyet-i İslamiyye temsilcileriyle aynı trende yolculuk etmektedir. Bandırma’da Bekir Sami(Günsav) Bey ile karşılaşan Kazım (Özalp) Bey, Bekir Sami(Günsav) Bey’in ekibine katılarak Akhisar’a geçecektir. Memleketin yurtsever güçleri hareket halindedir ve pek çok noktada hayatları kesişmektedir. Teşkilatı Mahsusacı Süleyman Sururi (Kocaimamoğlu) Bey; Kasaba’da (Turgutlu) Askerlik Şube Başkanlığı yapmış, Uşak ve Gediz’de Karakol Teşkilatı’nı kurmuş, Alaşehir Kongresi’ne Kasaba (Turgutlu) temsilcisi olarak katılmış,[47] Alaşehir’in Ulucamisinde Kuvayı Milliye’nin ilk silahlı örgütlenmelerinden birini gerçekleştirmiş[48] ve Mustafa Kemal’e on bir sayfalık bir rapor sunmuştur. Milli Mücadele’de yürütülen önemli gizli çalışmaların mutlaka Kasaba (Turgutlu) ile bir bağlantısı çıkmaktadır. Yüzbaşı Süleyman Sururi (Kocaimamoğlu) Bey’in örgüt bağlantıları ile Alaşehir Kongresi’ne Albay Refet (Bele) Bey ile birlikte katılan Rizeli Milis Yüzbaşı İpsiz Recep Reis’in örgüt bağlantılarının aynı olması; bu insanların Alaşehir Kongresi’nde karşılaşmalarını, bir rastlantıyla veya plansız bir refleksle açıklamaya hazırlananları hayal kırıklığına uğratacaktır. Mustafa Kemal Paşa’nın gönderdiği telgrafları yanındaki birine yüksek sesle okuttururken kendisi de ayağa kalkıp dinleyen İpsiz Recep’in görevi; Yunan birliklerine vur-kaç yöntemiyle baskınlar düzenlemek suretiyle, Kazım(Özalp) Bey’in komutası altındaki düzenli birliklerin işini kolaylaştırmaktı. Kuşkusuz, subay ve aydınlardan oluşan Teşkilat-ı Mahsusa’nın; soyut bir haber alma örgütü olmayıp sömürgecilik ile mücadele ederek milli kurtuluşlar devrini açmak ve bunun kadrosunu yetiştirmek ülküsü ile kurulduğu bilinirse; Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının Milli Mücadele’ye etkin bir şekilde katılmalarının nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı, düşmanın davranışlarına ait topladığı yararlı bilgileri bir yandan Cüher Hoca’ya ve Müftü Ahmet Alim Efendi’ye iletiyor; onlar da, Muğla-Antalya yoluyla Mahmut Celalettin(Bayar) ve Şükrü(Kaya) Beyler aracılığında Milli Hükümete, Uşak-Gedizdeki teşkilata ve Kuvayı Milliye komutanları Zühtü Akıncı ile Rıza Çetin Beylere ulaştırıyordu. Rıza Çetin’de aldıkları istihbaratın Aydın ve Nazilli cephesiyle ilgili olanlarını Gökçen Efeyle, o vurulduktan sonra da Yürük Ali Efeyle paylaşıyor ve yapılan baskınlarla düşman kayıplara uğratılıyordu.
Teşkilatı Mahsusacı Yüzbaşı Süleyman Sururi (Kocaimamoğlu) Bey’in, Kasaba’daki resmi görevi Yunan işgali ile son bulsa da, elbette onun arkadaşı olan Kasaba’nın (Turgutlu) içindeki birçok yurtsever vatan evladı da boş durmuyordu. Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın üyelerinden, Hilmi(Özkök) Bey’in oğlu Ali İhsan Özkök’ün aktardığı bir hatıra; Kasaba’nın (Turgutlu) milli mücadelede askeri istihbarat faaliyetleri açısından bilinmeyen dolayısıyla karanlıktaki bir yönünü aydınlatması bakımından çok değerlidir. Kasaba’da (Turgutlu), Ali İhsan Özkök’ün dükkanının karşısında paçacılık yapan komşusunun yanına, Kasaba (Turgutlu) Yunan işgali altındayken iş isteği ile genç bir delikanlı gelir. Bu delikanlı, paçacı Mustafa Efendi’nin kendisine gereken ücreti ödeyemeyeceğini söylemesine rağmen boğaz tokluğuna çalışabilirim diyerek işe kabul edilir. Paçacılık mesleği dükkanın sabahın erken saatlerinde açılmasını gerektirdiği için, Mustafa Efendi her zaman olduğu gibi erkenden dükkanına geldiğinde; kendisinden çok daha önce dükkanı açıp temizlikleri, hazırlıkları yapan genç delikanlı ile karşılaşınca şaşırır. Günler bu şekilde sürüp giderken, dükkanda genç delikanlının bir arkadaşı belirir. Arada sırada genç delikanlı bu arkadaşıyla dükkanda konuşmaktadır. Aradan zaman geçtikten sonra bu kişiler ortadan kaybolur. Yıllar sonra paçacı Mustafa Efendi, Ankara’da bir yerde tesadüfen çırağıyla karşılaşır, fakat önce onu tanıyamaz. Çünkü karşısındaki albay rütbesinde üniformalı bir subaydır. Bu subayın, işgal yıllarında paçacı dükkanında bir yandan çıraklık yaparken öte yandan da bir çok arkadaşıyla beraber gizli çalışmalar yaptığını açıklamasıyla durum anlaşılır. Ayrıca Ali İhsan Özkök, babasının, Yunanlılar aleyhinde yazılmış bir duvar yazısını yazdığı suçlamasıyla gözaltına alınıp, Yunanlı askerlerce dövülmesi olayını hatırlamaktadır.
Kurtuluştan sonra Hilmi (Özkök) Bey’in polis teşkilatında da çalışmış olması; akıllara, benzer ilişkiler ağı içerisinde Batum Cemiyeti İslâmiyye Teşkilatı üyeliğine seçilen polis memuru Sırrı Efendi’yi getirmektedir. Şurası çok kesindir ki; Yunanlı askerlerce dövülen Kasaba(Turgutlu) Müftüsü Hasan Basri Efendi’nin ve Hilmi (Özkök) Bey’in alnındaki yaralar, Türk halkının yaralarıdır. Onlara uzanan eller, gerçekte Türk milletinin bütünlüğüne uzanmaktadır. Ayrıca Hilmi (Özkök) Bey’in kızı Münire (Özkök) Gümüş, babasının Yunanlılara hizmet etmeyi onuruna yediremediği için rahat yaşantısını bıraktığını, İzmir’deki öğretmenlik görevinden istifa ederek Kasaba’ya (Turgutlu) döndüğünü ifade etmektedir. Kasaba Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın bir başka ismi muallim Hasan(Artun) Bey, işgal yıllarında Kasaba’da (Turgutlu) Yunanlılarca zaman zaman gözaltına alınıp 1-2 saat süreyle sorgulandıktan sonra serbest bırakılırdı. O da diğer yol arkadaşları gibi Türk milletinin öncü fedailerindendir. Oğlu Niyazi Artun’un anlattığına göre; gözaltına alınması olaylarından bir tanesi şöyle gerçekleşmişti. Bir gün Yunanlı askerler kahvehaneye girerler. Herkes ayağa kalkmıştır, ancak Hasan (Artun) Bey sandalyesinde oturmaktadır ve Yunanlı askerlere ayağa kalkması için bir neden bulunmadığını, onların kendisini zorla ayağa kaldıramayacağını söylemektedir. Yunan askerleri yine, Hasan (Artun) Bey’i karakola çekecektir.[55] Kasaba’da(Turgutlu)Yunan işgali yıllarında, Müftü Ahmet Alim Efendi’nin teşkilatının görevlileri olarak milli mücadelenin başarısı için; Mustafa Kemal ile gizlice mektuplaşmak, düşman hakkında istihbarat toplayıp milli kuvvetlere en taze bilgileri zamanında iletmek gibi riskli görevler üstlenmiş Kasaba(Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın bilinen beş üyesinin dışında, doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılı başka elemanlarının da olduğu “Gavur Hamamı Olayı” ile ortaya çıkmıştır. Teşkilatın üyelerinden Mehmet Necati (Köylü) Bey’in kızı Alime Turhan Göbeklioğlu’nun anlattığına göre; evlerinde uyurlarken kapı çalınır. Kalabalık bir Yunanlı asker grubu Mehmet Necati(Köylü) Bey’i apar topar pijamalarıyla evinden alır ve Mehmet Necati (Köylü) Bey, dışarıda teşkilattan diğer dört arkadaşının da kendisi gibi alındığını görür. Bu beş kişi Yunanlı askerlerin kötü muamelesi ile “Gavur Hamamı” denilen yere götürülüp oraya kapatılır. İçlerinde Ali (Demirel) Bey, Yunanca dahil birçok yabancı dili konuşabilecek bir donanımdadır. Yunanlı askerlerin, onları yakmak için gaz almak üzere oradan uzaklaştıkları bir sırada kapı açılır ve kaçıp kurtulurlar.[56]
Onlara kapıyı açıp kurtulmalarına yardım eden kişi ya da kişilerin varlığı, Kasaba(Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı’nın yalnız olmadığını, başka bağlantılarının da olduğunu gösterir. Bu bağlantılardan bir tanesi de telgraf memuru Mehmet Hilmi (Tüzün) Bey’dir. Torunu Mehmet Hilmi Tüzün’ün anlattığına göre; Mehmet Hilmi Bey (Tüzün) Nazilli kökenlidir ve atanmış olduğu Kasaba’da (Turgutlu) telgraf idaresi memuru olarak çalışmaktadır. Kardeşi Hüsnü Bey (Tüzün), geçmişte evini terk edip dağa çıkarak, Çakıcı Mehmet Efe’nin yardımcısı olmuş, yiğit ve cesur bir kişidir. Kasaba (Turgutlu) Yunan işgali altında yakıldığı gün, Mehmet Hilmi Bey (Tüzün) ile o sırada Afyon’da olan Mustafa Kemal arasında, telgraf başında bir haberleşme gerçekleşir. Mustafa Kemal, telgraf memuru Mehmet Hilmi Bey’e (Tüzün), yakın arkadaşlarına gelecekteki görevlerini önceden haber vermesinde olduğu gibi, genç müdür şeklinde hitap etmiş;
―Genç müdür, orada kal, öl, telgrafhaneyi terk etme! Bu bizim için çok önemli. Sen bize sürekli bilgi vereceksin, demiştir. Yunanlıların telgrafhaneyi basmasıyla, Mehmet Hilmi Bey (Tüzün) ile birlikte beş on kişi gözleri bağlı bir şekilde, öldürülmek için bir yerde bekletilirler. Milli kuvvetlere dahil edilebilecek “Arnavutlar” adı verilen iki kişilik bir grubun yetişmesiyle, bu kişiler ölümden kurtulurlar. Çevresinde kabadayı bir kişi olarak bilinen Arnavut Zeynel arkadaşıyla birlikte İzmir’e doğru kaçacağını tahmin ettiği Yunan askerlerine bir tuzak kurar. Meydana bıraktıkları atın yakınında pusuya yatan Arnavut Zeynel ve arkadaşı, ata binip kaçmayı düşünen Yunan askerleri geldikçe birer birer avlayıp ölüsünü gizlemek suretiyle düşmana önemli kayıplar verdirir. Birdenbire ortadan kaybolan arkadaşlarını göremeyen Yunanlılar, burada bir uğursuzluğun olduğunu düşünerek o bölge civarındaki evleri ve insanları yakmak gibi kötülükleri yapamadan panik halinde kaçarlar. Mehmet Hilmi Bey’in (Tüzün) sürekli samimi olduğu arkadaşları; İsmail Hakkı Bey (Dinçsoy), Hilmi Bey (Özkök), Hasan Bey (Artun), Ali Bey (Demirel) ve Mehmet Necati Bey (Köylü)’dir. Gelecekte Mustafa Kemal’in öngörüsü gerçekleşecek, genç müdür Mehmet Hilmi Bey (Tüzün), Kasaba (Turgutlu) P.T.T. Müdürü olacaktır. O günleri Niyazi Dinçsoy şöyle anlatmaktadır:
“…Düşmanı, Demiryolu doğrultusunda batıya kaçırtan kuvvetlerimiz, öğleye doğru, Tabakhâne sokağından kente girmiş, Kasaba’nın yanmamış evlerinin arasındaki tek caddeden ilerleyerek, kapımızın önünden geçiyorlardı. Bizler, yurdumuzun ve evimizin kurtuluşunun sevinci içindeydik. Daha önceden, varillerimizde sakladığımız sulardan yaptığımız pekmez şerbetlerini maşrapalarla, geçen piyâdelerimize sunuyorduk.
İkindiye doğru, Akıncılar müfrezesinin önünde, yedek subaylarımızdan Zâhit Zühtü (Akıncı) ile Rızâ (Çetin) beyler, atları üzerinde, göğüslerinde dürbin, bellerinde kılınç, başlarında kalpak oldukları hâlde, birer “Zafer Anıtı” görünüşünde idiler.. Babamla göz göze gelince, birden durdular. Atlarından hemen inerek, ona sarıldılar, ellerinden öptüler. Babam da onların yanaklarını yüzlerini, gözlerini öptü…”
“…Akşam ezânına doğru, evimize gelen, binbaşı Opr. Dr. İsmet bey ile de benzeri karşılaşma tabloları yaşandı ve o gece misafirimiz oldu…”
Yine Niyazi Dinçsoy’un bir başka hatırası, milli mücadelede Kasaba’nın (Turgutlu) rolüne ilişkin çizilmek istenen resmi tamamlar niteliktedir:
“…Aradan tam 36 yıl geçmişti. 7/Eylûl/1958 günü, Ankara’dan Turgutluya gelmiştim. Kozapazarı’ndaki otelin önünde, bugün, Tanrılarına kavuşmuş bulunan Zâhit Zühtü Akıncı, Rızâ Çetin, Cevdet Öktem, emekli muallim Hilmi Özkök, P.T.T. müdürü Hilmi Tüzün, İzmir’in Karşıyaka Lisesi’nin edebiyat dersi öğretmeni Hasan Fehmi Erginol (Peynircizâde), bir halka hâlinde oturmuş, geçmişi acı ve tatlı hâtıralarıyle anıyorduk. Söz döndü dolaştı, bu 36 yıl öncesinin Yedi Eylûl’üne geldi.
Ben o günkü coşkumla, aramızdaki iki kahramanımızı, kutladım ve “Ne mutlu sizlere, ki böyle unutulamayacak hizmetlerinizle övünülecek târihiniz var!” dedim. Onlar da, yanıt olarak, “Bizlere okulda , bu hizmet aşkını veren babanız, o günlerde de bizlere, değerli haberleri ulaştırmasa idi, bu söylediğiniz işleri başaramazdık!” dediler. Bu sözlere, Hasan Fehmi Erginol şu cümleleri ekledi:
‘Ben, o yıllarda, babanızın müdür olduğu Rüşdiye mektebinde talebe idim. Hocamız bize, derslerimizin münâsip yerlerinde, vatan millet aşkını aşılardı . O’nun verdiği ilhâmdan başka, bir de, okulumuzda şanlı bayrağımız, bütün işgâl süresince dalgalandı. Bunu yapan, hocamızın îmânlı inandırıcı kişiliği idi. O günlerde bize ve bütün Kasaba’lılara mânevî desteği, hayat ve cesâret gayretini veren, bahçe içinde de olsa, okulumuzun gönderinde dalgalanan şanlı bayrağımızdı,’ dedi…”
İstanbul’daki Fransız zırhlısında bulunan müttefik devletlerin, İzmir’in teslimini müzakere etmek için, müttefik devletler İzmir general konsoloslarının en yakın Türk kıtası komutanı ile acil görüşme isteğini, Türk Başkomutanı sıfatıyla Mustafa Kemal 8 Eylül 1922 tarihinde Salihli’den yanıt vermiş; temsilcileri Kasaba’ya (Turgutlu) çağırmıştır. Bu da gösteriyor ki Kasaba (Turgutlu), İzmir’e yakın olması bir yana Türk milli ordusu ve teşkilatı için barındırdığı yurtsever evlatlarıyla, güvenlikli bir merkezdir.
Mustafa Kemal, 16 Kasım 1919’da çeşitli kolordu ve tümenlere ayrıca Albay Refet ve Bekir Sami beylere gönderdiği kapalı tel emrinde; Batı Anadolu’daki Kuvayı Milliye’nin teşkilatlandırılması, bunların gayrı resmi biçimde ordu birliklerince desteklenmesi ve adı geçen tümenlere bağlanması için Güney Cephesi’ndeki Kuvayı Milliye’nin teşkilatlandırılması amacıyla 27 Ekim 1919’da kolordulara verilen talimatın esaslarına aynen uyulmasını istemiştir. Böylece Batı Anadolu Kuvayı Milliye’sinin de düzenli ordu birlikleri teşkilatına benzer biçime sokulması çalışmalarına başlanmıştır. Bu çalışmalarda, ordu birliklerinin gayri resmi destek verebilmesinde; özellikle işgal altındaki yerlerde bile faaliyet gösterebilen “Manisa Cemiyeti İslamiyye” teşkilatının; istihbarattan tutun da, her türlü ihtiyaç için gerekli para ve malın ulaştırılmasında köprü görevi gören gizli işlevi gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü, görünüşteki adı “Cemiyeti İslamiyye” olan teşkilat, gerçekte Mustafa Kemal’in “Müdafaa-i Hukuk” teşkilatıdır. Mustafa Kemal’in her yere uzanabilen bu gücünü, işgalci Yunan ordusunda görev yapmış bir general de doğrulamaktadır. Bu general, Türk Genelkurmayı’nda bulunan bilgilerin tam gerçeğe uygun olduğunu; çünkü, her adım başında bir Kemalist gözün kendilerini izlediğini belirtmekte; örnek olarak da, Balıkesir bölgesinde “Parti Pehlivan adındaki Türk çetebaşı”nın Cephe Komutanı İsmet Bey’e yazdığı istihbarat raporunu göstermektedir. Parti Pehlivan kaçarken, eyerli olarak bıraktığı binek atıyla evrakı ele geçmiş; böylece Yunan Genel Karargahı’nın, bu generalin müfrezesine bir gün önce gönderdiği emrin bütün ayrıntılarının öğrenildiği ortaya çıkmıştı. İstihbarata çok önem veren Batı Cephesi Komutanlığı, Muğla-Antalya yolunu güvenli hale getiren haber alma merkezleri ve istihbarat subaylıklarını; Çay, Milas, Burdur, Eğridir, Muğla, Çine, Kaş, Bodrum, Akşehir, Söke ve Antalya’da kurmuştu. Ayrıca örneğin İzmit, Geyve, Sivirihisar, Aziziye, Bolvadin, Dinar, Denizli ve Fethiye’ye haber almayla görevli inceleme kurulları göndermişti.
Parti Pehlivan’ın günü gününe en taze haberleri alabilmesinde kuşkusuz genelde Batı Cephesi Komutanlığı’nın özelde ise Manisa Cemiyeti İslamiyye Teşkilatı’nın payı büyüktür. Bu gerçeği bir örnekle kanıtlamak gerekirse; bir kadının Yunanlılardan gördüğü kötülüğü ağlayarak Kula Cemiyeti İslamiyye Teşkilatı’na anlatması ve teşkilatın da bu haksızlığı Parti Pehlivan’a haber vermesi üzerine; Parti Pehlivan müfrezesiyle sıcağı sıcağına gece o Yunan birliğine baskın düzenlemiş, on bir Yunan askerinin öldürülmesi suretiyle zavallı kadının intikamı alınmıştı.
Sivas’taki milli oluşumun veya milli teşkilatlanmanın etkisi, iki ay geçtikten sonra, 19 Kasım 1919 tarihinde toplanan Balıkesir Kongresi’nde kendisini göstermişti. Bu etkiyi, Kazım Özalp şöyle anlatır: “…Üç gün devam eden bu kongrenin aldığı en mühim karar, Anadolu’daki Heyeti Temsiliye ile muhabere edilerek, "Reddi İlhak" unvanının bundan sonra "Müdafaai Hukuk" olarak değiştirilmesinin kabul edilmesidir. Bu suretle, bütün Anadolu’nun müşterek bir gaye uğrunda tek bir kitle halinde hareket ettiği ve bu mukaddes gayeye erişebilmek için Erzurum’dan İzmir’e kadar bütün memleket halkının aynı heyecanla mücadeleye atıldığı ilan edilmiş oluyordu. Bu yüksek işbirliğinin, memleket içerisinde ve dışarısında bizim için ne kadar önemli olduğu ve kuvvetimizin değerini ne kadar çok arttırdığı açıktır. Bu zamana kadar milli harekatın karşısında olanlar, Anadolu’nun ikiye ayrılmış bulunduğu görüşünde idiler. Biz, bu kafada onları büyük bir hayal kırıklığına uğrattık…” 19 Kasım 1919 tarihindeki Dördüncü Balıkesir Kongresi’nde yaşanan bu dönüm noktasının öznesi veya özneleri kimlerdi? Elbette temel özne Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, özneliğini, milli teşkilatındaki görevlileri aracılığıyla ortaya koymuştur. Bu kongrede yapılan seçimin sonucunda, Merkez Heyeti azaları; Osman Bey (Gönen Belediye Başkanı), Vehbi Bey (sonradan Karasi mebusu), Köprülülü Hamdi Bey, Vasıf Bey (Çınar) (sonradan Moskova Büyükelçisi) ve Hulusi Bey (sonradan Karesi mebusu)’dir. Sivas Kongresi günlerinde, teşkilatının görevlisi Kasaba Maarifi İslamiyye üyesi Mehmet Necati Bey’in (Köylü) gizli mektuplaşmaları ile Mustafa Kemal’den talimatlar almaya devam eden Müftü Alim Efendi; İstanbul’a geçmiş, 21 Eylül 1919 tarihinde de Balıkesir’e gelerek, Dördüncü Balıkesir Kongresi delegeliğine ve Merkez Heyeti’nin fahri üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca o günkü toplantının sonlarına doğru, teşkilatın Bursa tarafında da genişletilmesi sorunu hararetle tartışıldı ve bunun için bir kurul oluşturuldu. Milli teşkilatlanmanın “perde arkasındaki” adamlarından biri gibi bir izlenim veren Müftü Alim Efendi’nin, Dördüncü Balıkesir Kongresi delegeliğine ve Merkez Heyeti’nin fahri üyeliğine seçilmesi ile Dördüncü Balıkesir Kongresi’nin aldığı kararlar arasındaki ilişki sorgulanmaya değerdir. Çünkü, kongrenin delegeliğine ve Merkez Heyeti’nin fahri üyeliğine seçilmesi ile Müftü Alim Efendi, gelir gelmez bu kongrede alınacak çok önemli bir kararın, yani Batı Anadolu’daki teşkilatların Mustafa Kemal’le bütünleşme kararı almasının alt yapısını hazırlayabilecek bir konuma ve güce ulaşmıştır. Teşkilat faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Zaten eskiden Çeşme Kaymakamlığı ve İzmir Polis Müdürlüğü yapmış olan Hacim Muhittin Çarıklı İttihatçı bir yönetici olarak Müftü Alim Efendi’nin paralelinde bir insandır. Kongre Başkanı Hacim Muhittin Çarıklı’nın 22 Eylül 1919 tarihli hatıraları yaşanan yoğunluğu doğrular niteliktedir. O günü Çarıklı şöyle aktarmaktadır:
“…Kongrenin bu sabahki içtimaında Câmi ve İsmail Subhi ve Necati beyler de bulundu. Kongre mesaili âdiyesinin müzakeresinden sonra vaziyeti siyasiye hakkında Câmi beyin güzel ve muntazam beyanatını istimâ etti. Öğleyin Mektebi Sultanide kongrenin şerefine 60 kişilik bir ziyafet tertip edilmişti. Kongre azasından başka kolordu kumandan vekili fırka kumandanı Kâzım, Câmi, Necati, İsmail Subhi, Manisa Müftüsü Alim, Jandarma alay kumandanı Hurşit, Muhasebeci Hüseyin Avni, telgraf müdürü Yusuf, Akhisar milli Alay kumandanı Celâl ve Reji Müdürü Nazmi beyler de davetli olarak bulundular. Ziyafet oldukça mükemmel idi. Ziyafeti müteakip ben kısa bir nutuk söyledim. Beni Vehbi ve Vâsıf beyler takip etti. Vâsıfın nutku bermutad uzunca ve müteheyyiç idi. Mutasarrıf vekili ve Kadı Şükrü Ef. evhamı hesabiyle ziyafete gelmedi, bilvasıta beyanı itizar etti, korkak!
Bilâhare yine kongre için karargâha geldiğimiz zaman, Belediye reisi Keçeci Hafız Mehmet Emin Ef. ye güzel bir ders vererek, bâdema hiçbir ecnebiye Hareketi Milliye namına söz söylememesini ve hiçbir vaadde dahi bulunmamasını, hiçbir selâhiyeti olmadığını ve bilhassa bütün memleket ve Kuvayi Milliyenin kendisine tâbi olduğuna dair mubalağalı ve azametkârane beyanatta bulunmamasını söyledim. Mahcup oldu, böyle bir şey olmadığını söyledi ve tevillerde bulundu…” Mustafa Kemal’in milli teşkilatının önemli bir görevlisi olarak değerlendirilmesi gereken Müftü Alim Efendi, ileride 22 Mart 1920 tarihinde yapılan Beşinci Balıkesir Kongresi ikinci başkanlığına seçilecek; dolayısıyla Mustafa Kemal’in Batı Anadolu’daki egemenliği daha da pekişecektir. Çünkü Müftü Alim Efendi, bağımsızlık şiarının temel öznesi olan Mustafa Kemal’in bir teşkilatçısı olarak; kiminin teşkilat yemeğine bile katılmaktan korktuğu koşullarda, milli teşkilatın başarısı için bir fedai gibi tehlikeli yolculuklara çıkmayı göze alabilmiştir. Hakkında Yunan makamları ve İstanbul Hükümeti tarafından idam kararı verilmiş olmasına rağmen, İstanbul’a rahatlıkla gidip gelebilmektedir. Müftü Alim Efendi’nin canını ortaya koyabilen duyarlılığı, yurtseverliğinin yanı sıra sanatkar kişiliğinden beslenmiş olsa gerek.
Balıkesir Kongresi Merkez Heyeti’nde şeref üyeliğine seçilen Müftü Ahmet Alim Efendi’nin Beşinci Balıkesir Kongresi ikinci başkanlığına seçilmesinde kuşkusuz yaklaşık iki ay önce elde edilen çok önemli bir başarının payı vardır. Bu çok önemli başarıyı açıklamadan önce; Balıkesir Merkez Heyeti’ndeki Müftü Ahmet Alim Efendi’nin çalışma arkadaşı Vasıf (Çınar) Bey’in gelecekte Moskova Büyükelçisi olması ile Akbaş Cephaneliği Baskını arasında çok sıkı bir ilişkinin olduğunu belirtmek anlama zeminini mutlaka genişletecektir. Bu arada adı Müftü Ahmet Alim Efendi ile anılan örneğin Vasıf (Çınar) Bey’in veya Kazım (Özalp) Bey’in kim olduklarını bilmeyen gençler için çok kısa bir şeyler söylemek gerekirse; Kazım Özalp, Mustafa Kemal’in eskiden arkadaşları arasında yaptığı öngörülerde, Harbiye Nazırı olmasını uygun gördüğü yakın çalışma arkadaşlarındandır. Vasıf Bey (Çınar), saray muhafız subayı olduğu dönemlerde Mustafa Kemal Paşa’nın sabahlara dek memleket işlerini konuştuğu eski arkadaşlarındandır. Aynı zamanda Vasıf (Çınar) Bey, Karakol Teşkilatı ile bağlantısı olan bir kişidir. Kazım (Özalp) Bey ile aynı ekipte yer alan Bekir Sami Bey ise Karakol Teşkilatı’nın kuruluşu hakkında bilgi sahibi olan az sayıdaki komutanlardan birisidir.
12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Mebuslar Meclisi’nin güvenlik altında olmadığı ve milletin yüksek çıkarlarını korumaya kalktığı anda müdahaleye ve saldırıya maruz kalacağı bellidir. Çünkü, o günlerin İstanbul’una; işgalciler ve işgalcilere karşı yürütülen düşük yoğunlukta bir savaşın belirsizlikleri hakimdi. Kuvayı Milliye birlikleri, Rum çeteler yüzünden Ege Bölgesi dışında da örneğin Şile, Beykoz gibi İstanbul’un Anadolu taraflarında savaşıyor; Trakya’da kurulan Kuvayı Milliye teşkilatları her geçen gün gelişiyordu. Batı Anadolu Kongreleri’nin kararları hızla uygulanıyor, artan Kuvayı Milliye birliklerine insan sayısı ile orantılı silah ve cephane yetiştirilemiyordu. Var olan silahların ise belli bir standardı olmadığı için çeşitli uyumsuzluklar yüzünden etkinlikleri azalmıştı. Silah ihtiyacı hat safhada iken, Balıkesir Merkez Heyeti çok önemli bir istihbarat aldı. Çanakkale Boğazının Trakya bölümündeki Akbaş’ta, Fransız müfrezesi tarafından korunan birçok silah ve mühimmat deposu vardı. İşin kötüsü, bu depolardaki silah ve mühimmatın, Rus iç savaşında Kızıl Ordu karşısında güç duruma düşen Beyaz Ordu’ya yardım için, İtilaf Devletleri’nce Rusya’ya gönderilmesine karar verilmiş, hatta bir Rus gemisi bu amaçla Gelibolu’ya demirlemişti. Bu silahların er ya da geç Türk milletine yöneleceğini anlayan Balıkesir Merkez Heyeti, elini çabuk tutup Akbaş depolarındaki silah ve mühimmatın, Anadolu’ya kaçırılması kararını vererek harekete geçti. Otuz kişilik bir Kuvayı Milliye birliği, 1920 yılı 26 Ocağı 27 Ocağa bağlayan gece gün ağarana kadar devriye gezen düşman gemilerine rağmen, Akbaş depolarına baskın düzenleyerek, sekiz bin tüfek, beş bin sandık cephane ve üç yüz makineli tüfeği esir alınan Fransız nöbetçilerle birlikte Anadolu’ya kaçırmayı başardı. Bu başarı, bölgesel bir mücadelenin kısmi başarısı değil, Sivas Kongresi’nden sonra bütünlüğe kavuşan, Anadolu’daki teşkilatlı milli mücadelenin pratik getirilerinden birisiydi. İstanbul ile Anadolu’nun bağlantısını kestirerek, yirmi üç gün Anadolu’nun Sivas Kongresi’nce seçilen Temsil Heyeti tarafından yönetilmesini sağlayan Mustafa Kemal, bu tutumu ile halkın kendine ve birbirine olan güvenini artırmış, “Müdafaa-i Hukuk” çatısı altında birleşen halk, bu güvenin sonucunda Akbaş Cephaneliği Baskını’nı yapabilmişti.
Deyim yerindeyse, Çanakkale Destanı’nda olduğu gibi bir taşla iki kuş vurulmuştu. Emperyalist orduları, Çanakkale’de durdurarak Rusya’da yapılan 1917 Ekim Devrimi’ne uygun zemin hazırlayan Türk milleti; yine Çanakkale’de, bu kez emperyalistlerin silah ve mühimmat yardımını engelleyerek, Rus Devrimi’nin pekişmesine katkıda bulundu. İki tanesi Çanakkale savaşlarında olmak üzere o dört kuşu vurduran Mustafa Kemal’di. Stratejik çıkarları uyuşan Türk-Rus ilişkilerinin gelişmesine üstün teşkilatçılık özelliği ile katkıda bulunan Mustafa Kemal, Rusya ile stratejik ittifakın alt yapısını daha önceden hazırlamamış olsaydı; ileride milli mücadeleye Sovyet desteğini arkasına alması zorlaşacak, belki de milli mücadele tehlikeye girecek ve zaferin kazanılması güçleşecekti.
3. Sonuç
Osmanlı Devlet geleneği içerisinden, Teşkilat-ı Mahsusa’dan ayrı düşünülmesi olanaksız olan Mustafa Kemal;[81] nasıl görünürdeki asker kimliğinin derininde teşkilatçı, istihbaratçı kimliklerine sahipse, Müftü Ahmet Hamdi (Öztarhan) (Cevheri Zade, Cevher Hoca veya Cüher Hoca), Müftü Ahmet Alim Efendi ve onun görevlisi olan Kasaba (Turgutlu) Maarifi İslâmiyye Teşkilatı üyeleri de; din adamı, öğretmen kimliğinin derininde, teşkilatçı ve istihbaratçı kimliklerine sahiptir. Bu fedailerin, adlarının ve mezar yerlerinin bile hala çoğu insan tarafından bilinmemesi ise başlı başına ne vefasızlıkla ne de Türk milli tarihini bilmemekle açıklanabilir. Milli Mücadele’nin kahramanı olan bu yiğitlerin; gösterişten uzak mütevazı insanlar olması bir yana, düşman işgali koşullarında bilinmemek, teşkilatçı ve istihbaratçı olmanın doğal ve zorunlu bir sonucudur. Ayrıca, ne olursa olsun, her zaman her şeyden önce gelen Türk vatanının, mutlaka aydınlığa çıkacağı bellidir. Çünkü, dün olduğu gibi bu gün de ve yarınlarda da; kendi rahatı ve mutluluğunu memleketinin rahatı ve mutluluğu için feda etmeye hazır vatan evlatları çoktur. Dost düşman herkes iyice bilmelidir ki; yurdunu, kendi özünden çok sevenlerin harman olduğu yerdir Anadolu coğrafyası…
Özgür Karslı
Araştırmacı Tarihçi
Yazının baş fotoğrafı: Kasaba Maarifi İslamiyye Teşkilatı Üyesi, Ağır Ceza Başkatibi, Muallim Mehmet Necati Bey’e (Köylü) Ait Fotoğraf Arşivinde Yer Alan Bir Fotoğraf
Özgür Karslı'nın Milli Mücadelede Kasaba (Turgutlu) ve Müftü Ahmet Alim Efendi'nin Merkezi Rolü yazısından alınmıştır.
Comments